EINSTEIN'IN BEYNİ
Günlük hayatımızda ne zaman ki üstün zekâya dair herhangi bir
konuşma geçse hemen ünlü fizikçi Albert Einstein'ın adı
anılıyor. 7'den 70'e herkesin tanıdığı bu ünlü bilim insanının
beyin morfolojisine (şekilbilim) dair de pek çok varsayım ileri
sürülüyor. Beyin kıvrımlarının fazlalığı ya da beyninin ebat
olarak büyüklüğüyse öne sürülen varsayımlar içinde en yaygın
olanları. Peki, ölümünden 42 yıl sonra Einstein'ın beyni şu anda
halen korunuyor mu? İşte bu sorunun yanıtı ve merak edilen
beynin hikâyesi:
Einstein'ın Ölümü
Ünlü matematikçi ve fizikçi Albert Einstein 18 Nisan 1955'de
hayata veda ediyor. 76 yaşında vefat eden Einstein'ın beyni
bedeni yakılmadan önce Princeton Hastanesi'nde bir patolog olan
Dr. Thomas S. Harvey tarafından korunmaya alınıyor. Bu tarihten
sonra ünlü bilim insanının beyninin başına gelenlerse bir çeşit
giz diyebiliriz.
Arama Çalışmaları
1970'lerin ortalarında gazeteci Levy, Einstein'ın beyninin iki
farklı kavanozda saklanmış olduğunu keşfediyor.
1970'lerin ortalarında bir gazeteci olan Steven Levy Einstein'ın
beynini bulmak için yola çıkıyor. Levy, yaptığı araştırmalar
sonucunda Einstein'ın beyninin halen Doktor Harvey'de, Kansas'da
bulunduğunu keşfediyor. İki kavanozda saklanan beynin serebellum
ve serebral korteks kısımları dışında kalan parçalarının
kesitlerinin alınmış olduğunu ortaya çıkarıyor.
Çalışmaların Yayımlanması Einstein'ın beyninin biyolojik
incelenişine dair üç adet bilimsel yayın bulunuyor. 1985 yılında
yayımlanan ve "Bir Bilim İnsanının Beynine Dair: Albert
Einstein" * isimli makalenin yazarları arasında ölümünden
itibaren beyni korumaya alan Thomas Harvey'in de bulunması pek
de sürpriz olmuyor. Araştırmacılar, yaptıkları bu çalışmada
beyindeki sinir hücreleri ve glia hücrelerinin sayıları
arasındaki orana bakıyorlar. Normal insanların beyinleriyle
karşılaştırıldığında, Einstein'ın beyninde 9. ve 39. bölgelerde
sinir hücrelerinin glia hücrelerine oranının daha küçük olduğunu
rapor ediyorlar.
Şekilde beynin 9. ve 39. bölgelerini görüyoruz.
Beynin 9. bölgesi ön lobda bulunuyor. Bu lob davranışları
planlama, dikkat ve hafıza açısından önemli bir beyin bölgesi.
39. bölgeyse pariyetal lobda bulunuyor. Bu lob dil ve diğer
karmaşık zihinsel işleyişlerin merkezi. Sonuç olarak bu
bölgelerde Einstein'ın her bir sinir hücresi başına düşen glia
hücresinin daha fazla olduğu keşfediliyor.
Sinir Hücreleri:
Sinir sisteminde
duyusal bilgiyi iletip işleyen hücreler.
Glia Hücreleri:
Sinir hücrelerini
destekleyip onlara besin sağlarlar. Miyelin kılıf oluşturarak
sinir sistemindeki sinyallerin daha hızlı iletilmesine olanak
verirler.Glia hücrelerinin sinir hücrelerini
besleyen hücreler olduklarını göz önünde bulundurursak,
makalenin sonunda yazarlar Einstein'ın sinir hücrelerinin
metabolik ihtiyacının artmış olabileceğini, bu nedenle de
normale oranla daha fazla glia hücresiyle beslendiklerini iddia
ediyorlar. Bu durumuysa Einstein'ın daha iyi düşünme ve kavram
oluşturma yetisine bağlıyorlar.
Einstein'ın Beynine Dair İkinci Makale**
Einstein'ın beynine ilişkin ikinci makale 1996 yılında
yayımlanıyor. Ünlü bilim insanının beyninin normal bir yetişkin
beyni olan 1400 gramdan daha düşük ağırlığa sahip olduğunu (1230
gram) rapor eden bu çalışmada vurucu bulgu sinir hücrelerinin
yoğunluğuyla ilişkili. Bu çalışmanın sonuçlarına göre
Einstein'ın beyni daha az alanda daha fazla sinir hücresi
bulunduruyor.
Birim alana düşen
sinir hücresi sayısı, beyindeki sinir hücrelerinin yoğunluğunu
belirliyor.
Üçüncü Makale***
Einstein'ın beynine dair
yayımlanmış üçüncü makale ünlü bilim insanının beyninin dış
yüzey özelliklerini ortalama 57 yaşında olan 35 erkeğin beyniyle
karşılaştırıyor. Bu 35 erkeğin beyninden farklı olarak
Einstein'ın beyni sağ ve sol pariyetal lobda değişik oluklar
barındırıyor. Pariyetal lobun bu bölgesinin matematiksel yetiler
ve uzamsal düşünmede etkili olduğu biliniyor. Bunun yanı sıra
Einstein'ın beyni diğer beyinlerden 15% oranında daha geniş.
Araştırmacılar bu özelliklerin Einstein'ın matematiksel
becerilerinde rol oynamış olabileceğini düşünüyorlar.
Beyin Özellikleri ve Zekâ
Her ne kadar Einstein'ın beyin incelemesine dair yapılmış bu
çalışmalardan yorumlar ortaya atılmış olsa da beyin
morfolojisiyle kişilik, zekâ ve yaratıcılık arasındaki ilişki
halen gizini koruyor. Bu nedenle de saydığımız bu çalışmalar
soru işaretleri uyandırmaya devam ediyor.
Einstein'ın Beyni Şu Anda
Nerede?
Einstein, 18 Nisan 1955'de New Jersey'deki Princeton
Hastanesi'nde vefat etti. Bir sonraki gün Princeton
Hastanesi'nden patolog Dr. Thomas Harvey bir otopsiyle
Einstein'ın beynini korumaya aldı. Harvey, bu ünlü beyni tam 240
parçaya ayırarak evinde bulundurduğu özel solüsyonlu
kavanozlarda sakladı. Beynin farklı parçalarını araştırmalarda
kullanılmak üzere farklı bilim insanlarına verdi. Zaman içinde
ülkeden ayrılan Harvey, beyni nereye gittiyse yanında taşıdı. En
sonunda New Jersey'e geri döndü. 1996 yılında Einstein'ın
beynine dair geriye kalan parçaları Princeton Hastanesi'nin baş
patologu Dr. Eliot Krauss'a teslim etti.
Biliyor Muydunuz?
Einstein beyninin incelenmesine karşı çıkmıyordu. Ancak
sonuçların yayımlanmasını asla istememişti (
Kaynak
: Abraham, C. Possessing Genius: The Bizarre Odyssey of
Einstein's Brain, New York: St. Martin's Press, 2002)
*
Marian C. Diamond, Arnold B. Scheibel, Greer M. Murphy & Tomas
Harvey (1985). On the Brain of a Scientist: Albert Einstein.
Experimental
Neurology (vol. 88, pages 198-204).
** Anderson, B. and Harvey T., Alterations in cortical thickness
and neuronal density in the frontal cortex of Albert Einstein,
Neurosci Lett. , 210:161-164, 1996.
*** Witelson, S.F., Kigar, D.L. and Harvey, T., The Exceptional
Brain of Albert Einstein,
The Lancet
, 353:2149-2153, 1999.
Kaynak:
http://faculty.washington.edu/chudler/ein.html
ZAMAN ALGISI
"Düşünüyorum da, zamanınızı
yanıtı olmayan bilmeceler sorarak harcayacağınıza daha iyi
amaçlar adına kullanabilirsiniz." dedi Alice.
"Eğer ki Zaman'ı benim kadar
iyi tanımış olsaydınız" diye yanıtladı Şapkacı, "O'ndan
harcanabilen bir nesne olarak değil, bir kişi gibi
bahsederdiniz."
"Ne dediğinizi anlamıyorum."
diye söylendi Alice.
"Elbette ki anlamıyorsunuz!"
diye baş salladı Şapkacı kibirli bir tavırla. "Öyle tahmin
ederim ki, Zaman'la bir kez olsun konuşmamışsınızdır bile."
"Zannedersem hayır" diye
yanıtladı Alice tedbirle. Ancak müzik dinlerken ne kadar zaman
aralıklarıyla tempo tutulması gerektiğini biliyorum."
"Ya, işte şimdi anlaşıldı."
dedi Şapkacı. "Zamanın temposu tutulmaz. Oysa O'nunla iyi
geçinmeyi bir öğrenebilseniz, saati hep sizin keyfinize göre
işletir. Söz gelişi sabahleyin saat dokuzda, tam derslere
başlama vakti, ona şöyle bir fısıldadınız mı, gözünüzü açıp
kapayana kadar fırt diye döner, bir de bakarsınız saat 13.30
olmuş, tam yemek vakti!".
Alice Harikalar Diyarı'nda, Lewis Caroll,
Bölüm 7
Kuşkusuz hepimizin ortak deneyimidir;
mutlu zamanlarımız çabucak tükeniyorken, stres dolu
bekleyişlerimiz yorar, bir türlü geçip bitmez. Örneğin,
geleceğimize yön verecek bir sınavın sonuçlarının açıklanmasına
birkaç saat kaldıysa, o birkaç saat bize birkaç gün gibi bile
gelebilir. Ancak yıllardır görmediğimiz yakın bir arkadaşımızla
yaptığımız keyifli bir akşam sohbeti, sanki dakikalara
sığıvermiştir. Zaman algısındaki bu kişisel ve ansal
farklılıkların bilim dünyasınca çözülmeyi bekleyen en büyük
gizemlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Peki, eğer ki zamanı
tahmin gücümüz, duygu durumu ve beklentilerimizle bu denli
etkileşim içindeyse, acaba sabit bir zaman duyusuna sahip
olabilir miyiz? Sözünü ettiğimiz bu soru, bir yüzyılı aşkın
süredir psikologların aklını kurcalamaya devam ediyor.
Zaman algısını deneylerle sınamak, çoğu
kez yalnızca süreölçer özelliği bulunduran bir saat gerektirecek
kadar kolay oluyor. Deney modellerinin en yaygınında
katılımcılar, fiziksel ya da düşünsel olarak gerçekleştirdikleri
çeşitli davranışlar sonunda ne kadar süre geçmiş olabileceğini
sözle dile getiriyorlar. Daha açık bir deyişle, eyleme
başladıklarından itibaren ne kadar zaman geçmiş olabileceğine
dair tahminlerde bulunuyorlar. Uygulama ve test tasarımı bu
denli basit ve kolay bir alanda kuramsal açıklamaların
yetersizliği ve bulanıklığıysa zaman bağlamının başlı başına
karmaşık bir yapıya sahip oluşundan kaynaklanıyor. Özellikle de
Einstein'ın görecelilik kuramından sonra zamana dair
bildiklerimizi bile tekrar sorguluyorken, kişilerin kendilerine
has akıl süreçleri içinde yoğrulan değişken zaman algılarını
açıklayabilmek hiç de kolay görünmüyor. Bugüne değin zaman
algısına dair biriken düşünsel ve bilimsel birikimse öyle
gösteriyor ki, insanoğlu zamanı iki kaynak üzerinden
değerlendirip algılıyor. İlk kaynak fizyolojik işleyişlerden güç
alıyor. İkincisiyse genel bilişsel süreçlerimizden etkileniyor.
"Zaman Duyusu Var mı?
Duyu kavramı, özünde bedene etkide
bulunan fiziksel bir uyaranın sinirsel yollarla kod edilmesi
anlamı taşıyor. Beş duyumuzla görüp, duyup, tadıp, koklayıp
hissediyoruz. Ancak zaman, elbette ki, sinir sistemimizin yanıt
vereceği kimyasal ya da fiziksel bir uyaran niteliği taşımıyor.
Örneğin, zaman duyularını harekete geçirecek herhangi bir
çevresel zaman uyaranı bulunmuyor. Buna rağmen şu da bir gerçek
ki yaşadığımız fiziksel fenomenler, zihnimizde illa ki bir zaman
bağlamı içinde değerlendiriliyor. Öyleyse, kimi çevresel
olayların içeriklerinde zaman bilgisi de taşıdıklarını
çıkarımına varabiliyoruz. Güneşin gökyüzündeki konumu ve
çevremizde olup biten sosyal aktiviteler bizlere günün hangi
diliminde olduğumuz konusunda kabaca bir bilgi verebiliyor.
Fakat zaman algısı dediğimizde, böylesi ipuçlarından elde
ettiğimiz çıkarımlardan ziyade aslında herhangi bir sürecin
dolaysız ve net farkındalığından bahsediyoruz. Bu da içsel bir
saatin var oluşunu gerektiriyor. Kalp ritimlerinin, nefes alıp
verişlerin ya da beyindeki elektriksel aktivite döngülerinin
sayımı gibi beden referanslı ölçümlerin varlığını. Hepimizin
tahmin edebileceği üzere biyolojik saatlerimiz aslında tam da bu
görevi görüyor. Adına "Sirkadyan Ritimler" de denen bu döngüler
tek hücreli canlılardan insanoğluna değin evrim basamağındaki
tüm canlılarda bulunuyor. Biyolojik döngülerle günlük zaman
süreçlerinin farkına varan organizmalar, yiyeceğe erişim,
avcıların varlığı ya da karanlığın bastırması gibi pek çok
yaşamsal değişimler konusunda beklenti oluşturabiliyor. Örneğin,
uyku, beslenme, beden sıcaklığı, hormonsal ve metabolik döngüler
biyolojik saatlerce kontrol ediliyor. Biyolojik saatleri güneş
ışığı gibi temel çevresel etmenlerden soyutlayarak yalnızca
bedensel ve içsel bir referans kaynağı olarak
değerlendirebiliyor oluşumuzsa deneysel dayanaklara sahip.
Yapılan araştırmalarda, ışık, ses, sıcaklık gibi her türlü
çevresel ipucundan yalıtılmış mağaralarda tutulan bitki ve
hayvanların tüm bu koşullara rağmen yaşamsal döngülerini yine de
düzenleyebildikleri görülüyor. Ancak, biyolojik saatlerin
tamamen içsel kaynaklı oluşunu iddia ederken deneysel bir hata
payımızın da bulunduğunun altını çizelim. Çünkü dünyanın dönüş
hızı ve manyetik çekimler gibi ilk başta göz ardı edilebilecek
dış uyaranlar özellikle de bazı canlı türleri için kimi kez
büyük bir referans kaynağı olabiliyor. Tüm bu bilgilerin
ışığında, biyolojik saatlerimizi bir tür zaman duyusu olarak
görebilir miyiz? İşte bu sorunun yanıtı, bilim dünyasında halen
tartışmalara neden oluyor. Bir grup bilim insanı biyolojik
saatlerle zaman algısı arasında bir ilişki olabileceğini
düşünüyor. Öyle çalışmalar var ki, deneyde uyku döngüsü aksayan
ve uykuya dalma ve uyanma süreleri uzayan katılımcıların zaman
tahminleri de nesnel zaman birimlerini aşıyor. Bu veriler,
biyolojik ritimlerle zaman algısının aynı mekanizmalarca kontrol
edilebiliyor olacağı şüphesi uyandırıyor. Karşı görüşte olan
bilim insanlarının fikirlerini destekler nitelikte de bulgular
yok değil. Örneğin, kimi etkiler zaman algısını değiştirirken
biyolojik saatlerde bir değişiklik yaratmayabiliyor. Tıpkı beden
sıcaklığının artıp azalmasının zaman algısını değiştirip,
biyolojik döngülerde herhangi bir etki yaratmaması gibi.
Fizyolojik Etkiler ve Zaman Algısı
Zaman algısının fizyolojik bir takım
etkilere açık olduğuna dair erken dönem bulgularından biri,
fizyolojist Hudson Hoagland'ın eşinin ateşli bir hastalığa
yakalandığı dönemde edindiği gözlemlere dayanıyor. Hoagland,
eşinin ateşinin yükseldiği dönemlerde belli süreçleri zamansal
açıdan daha "uzun" değerlendirdiğini fark ediyor. Bu gözlem,
O'nu zaman algısındaki bir takım algısal çarpıtmaların beden
sıcaklığına bağlı fizyolojik işleyişlerden kaynaklanabiliyor
olabileceği fikrine itiyor. Öyle ki, yüksek sıcaklığın bedende
gerçekleşen kimyasal tepkimeleri ve pek çok biyolojik
mekanizmayı hızlandıracağını göz önünde bulunduran fizyolog,
zaman duyusunun beyindeki sıcaklığa duyarlı kimyasal saatlerle
ilişkili olduğunu öne sürüyor.
Fizyolojik etkilerin önemine vurgu yapan
ikinci bir örnekse psikoaktif ilaç çalışmalarından geliyor.
Yatıştırıcı ilaçlar, uyarıcılar ya da alkol kullanımı da zaman
algısında çarpıtmalara neden olabiliyor. Maddelerin bu etkisi,
fizyolojik hız ayarlayıcı mekanizmaların çalışmalarını
etkilemeleriyle açıklanıyor. Vücutta dopamin seviyesini arttıran
maddeler zamanın daha hızlı geçtiği izlenimi uyandırırken,
dopamin seviyesini azaltan maddeler zaman algısını yavaşlatıyor.
Dopaminin mutluluk salgısı olarak da geçtiğini düşünecek
olursak, mutluluğu tetikleyen bir maddenin zamanın çabuk
geçtiğini düşündürüyor olması aslında bizleri başladığımız
noktaya geri getiriyor. Mutluyken niçin zaman daha çabuk
geçiyor?
Bilişsel Süreçler Zaman Algımızı Etkiliyor
Her ne kadar fizyolojik değişimler ve
biyolojik saatler zaman algımıza dair önemli ipuçları verse de,
bilişsel süreçlerimizin etkisi kuşkusuz yadırganamayacak ölçüde
büyük ve önemli. Bu noktada herhangi bir sürenin zaman birimleri
ölçüsünde tahmininde duyusal uyaranların zenginliği, dikkat ve
belleğin rolü de ön plana çıkıyor. Duyusal uyaranların
zenginliği, belli bir süre içinde duyu sistemimizi etkinleştiren
çevresel etkilerin sayısını kapsıyor. Örneğin, kalabalık ve
gürültülü bir ortamda kısıtlı bir sürede daha fazla zamanın
geçmiş olduğunu düşünebiliyoruz. Ancak bu genellemeye uymayan
durumlar da yok değil. Boş bir odada tek başımıza vakit
geçirdiğimizi düşünelim. Can sıkıntısı, dakikaları saatler
olarak yorumlamamıza bile neden olabiliyor. Böyle bir durumda,
zihnimiz ne zaman birilerinin odaya gireceği, bu bekleyişin ne
zaman sona ereceği konusunda öyle meşgul oluyor ki, küçük anları
bile yine büyük zaman dilimleriymişçesine algılayabiliyor.
Öyleyse zihinsel aktivite de, zaman algısında en az çevresel
uyaranlar kadar önem kazanabiliyor. Öyle ki, uyarıcı ilaçların
zaman algısında yarattıkları değişim çoğu kez düşünce, duyu ve
duygu deneyimlerindeki artışla da açıklanabiliyor. Kısaca
toparlamamız gerekirse, zaman algımız gerek dış dünyadaki
fiziksel uyarımlardan gerekse zihnimizdeki düşünce yoğunluğu ve
duygu durumumuzdan kaynaklanabiliyor. Bir diğer etmense dikkat
unsurları olarak göze çarpıyor. Bir işe yoğunlaştığımızda,
saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamayabiliyoruz. Ancak tam
aksine, zamanın kısıtlı olduğu bilgisini aklımızda tutup da
herhangi bir sürecin sonlanmasını beklerken de dikkatimiz dış ve
iç uyaranlara çabucak yönelebildiğinden o zaman dilimi
olduğundan daha uzun algılanabiliyor.
Arıların, buldukları bir
yiyecek kaynağını kolonilerine haber verirken, kovanla yiyecek
arasındaki uzaklığı diğer işçi arılara, yaptıkları özel bir
dansla ve bu dansın süresiyle bildirdiklerini biliyoruz. Bu
uzaklığı algılarıysa yol sırasında gözlerinin önünden geçen
görsel uyaran konturlarının sıklığıyla azalıp artabiliyor.
Örneğin, uyaranın az olduğu bölgelerde kat ettikleri mesafeleri
daha kısa algılayabiliyorlar. Tıpkı bizlerin zaman algısının da
duyusal uyaran zenginliğinden etkilendiği gibi.
Kaynaklar:
Warren H. M. (2005), Neuropsychology of
timing and
time
perception . Brain and Cognition Vol 58, pg 1 .
William Friedman (1990), About Time. The
MIT Pres
YILLARCA GÖRMEYEN GÖZLER AÇILDIĞINDA.
"Ve bebek açtı gözlerini dünyaya: Sürekli değişen suretler, can
alıcı, parlak renkler, bir uzayıp bir kısalan, şişip sonra sönen
cisimler, gölgede kalan bedenler. Şaşkın bir ifade vardı
yüzünde, anlam yüklemeye çalıştığı dünyaya fırlattığı ilk
bakışları meraklı."
Algı
düşün tarihi boyunca insanoğlunun merakını uyandırmış, ilkçağ
filozoflarından günümüze en çok irdelenip üzerine fikirler
üretilen konulardan biri olagelmiş. Algı üzerine söylemlerin
özellikle de "görsel
algı " odaklı oluşu kuşkusuz herhangi bir
tesadüf değil. Bugün, her ne kadar bilim gözün yapısı ve
uyarıcıların sinirsel düzeyde beyne iletimi konusunda geniş bir
bilgi birikimi ve zenginliğine sahipse de retinanın üzerine
düşen iki boyutlu girdinin üç boyutlu görüşe nasıl çevrildiğini,
derinlik, uzaklık, şekil, renk ve hız algılarının ne tür
mekanizmalar çerçevesinde işlediğini, günlük hayatımızın bir
parçası olan görsel yanılsamaların ardında yatan gerçeklerin
neler olduğunu açıklamada ve güçlü ispatlar sunmada çoğunlukla
yetersiz kalabiliyor / çelişkili varsayımlar öne sürebiliyor.
Moleküler düzeydeki işleyişi hakkında bu denli fikir sahibi
olduğumuz sistemin, psikolojik işlemleme süreçlerine
derinlemesine inememek bizi günlük hayatta pek çok "çözümsüz"!?!
sorunla yüz yüze bırakıyor. İşte bu sorunlardan biri de doğuştan
katarakt hastalarının ameliyat sonrası açılan gözlerinde bir
türlü görsel ifade bulamayan dünyaya ait. Bakıp da göremeyen
gözlerin sahiplerini nasıl da hayal kırıklığına
uğratabileceğine, bu hayal kırıklıklarıyla sarmalanan sürece hep
beraber göz atalım.
Bilim gözün yapısı ve uyarıcıların sinirsel düzeyde beyne
iletimi konusunda geniş bir bilgi birikimi ve zenginliğine
sahipse de retinanın üzerine düşen iki boyutlu girdinin üç
boyutlu görüşe nasıl çevrildiğini açıklamada yetersiz
kalabiliyor.
William Molyneux |
Yaklaşık üç asırdır bilişsel ve algısal mekanizmalara
dair anlayışımıza meydan okuyan soru ilk kez 1688'de
John Locke'a yazılan bir mektupta William Molyneux
tarafından ortaya konuyor:
"
Doğuştan kör olan birine aynı metallerden yapılmış ve
aşağı yukarı aynı büyüklükte olan bir küp ile bir küre
arasındaki farkı dokunarak anlamayı öğrettiklerini
varsayın. Öyle ki, dokunduğunda hangisinin küp,
hangisinin küre olduğunu söyleyebilsin. Bu küp ve küre,
bir masada duruyorken körün görmeye başladığını
varsayın. Bunları yalnızca bakarak, dokunmadan ayırt
edip hangisinin küp hangisinin küre olduğunu
söyleyebilir mi?" |
"
Bilginin dokunsal algıdan üç boyutlu görsel algıya etkileşimsel
nakli" ile ilgili olan bu sorunun felsefi boyutu
filozoflar arasında epeyce tartışma yaratageliyor:
"Boş bir sayfa koydu önüne John Locke; tıpkı boş zihni gibiydi
yeni doğmuş bir bebeğin. Elindeki kuş tüyü kalemi mürekkebe
batırdı ve işlemeye başladı harfleri üzerine; yazdı, yazdı,
yazdı "
İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme"
oldu sayfalar": Yanıtı "hayır"dı Molyneux'nün sorusuna.
Görsellikle beraber aynı anda deneyimlenmeyen dokunsal algı
ileride hiçbir şekilde dolaysız olarak salt görsel algıya
aktarılamazdı. Gözleri yeni açılan bir kör, deneyimsiz bir bebek
gibiydi! Ve deneyim, sahip olduğumuz her şeydi. Doğum sırasında
bomboştu zihnimiz.
Peki ya bebek? Gerçekten de bu kadar boş mu zihni doğduğunda?
Bildiklerimizin tümü deneyimlediklerimizden mi ibaret?
Masaya vurdu elini Leibniz! İyileşen kör, dokunmadan iki nesne
arasındaki ayrımı mantıksal ve geometrik çözümlemeler sayesinde
yapabilirdi. Locke'un sandığı kadar da boş değildi
zihni bebeğin. Zira bu iki ayrımı yapabilmek adına ihtiyaç
duyacağı bilişsel mekanizmalar doğumundan itibaren bebeğin
zihnindeydi.
Konuyla ilgili olarak günümüze değin daha pek çok düşünür ve
yazar yorum yapıyor. La Mettrie (1745), Berkeley (1709),
Condillac (1746), Diderot (1749) ve daha pek çokları. Ancak bu
tartışmalar, farklı fikirler sunmanın ötesine geçemiyor, elde
bilimsel yöntemlerle sınanmış bir veri olmadığından söylemler
havada asılı kalıyor. Ta ki, 1728'de bir göz doktoru olan
William Cheselden katarakt ameliyatıyla bir körü iyileştirip,
ameliyat sonrası sürece dair araştırmalarını sürdürene dek.
18.yy. başlarının en ünlü cerrahlarından biri olan William
Cheselden, katarakt ameliyatıyla bir körü iyileştirerek
ameliyat sonrası sürece dair araştırmalarını sürdürüyor.
Yandaki çizim ise Dr. Cheselden'ın insan anatomisi
üzerine yayımlamış olduğu bir kitaptan alıntı. |
|
Doktorun tespitleri tıp dünyasında büyük bir hayal kırıklığı ve
şaşkınlık yaratıyor. Hasta görmeye ilk başladığında uzaklıklarla
ilgili hiçbir yargıda bulunamıyor ve bulanık bir görüşe mahkûm
kalıyor. Bu vaka sonrası benzer şekilde tekrarlanan ameliyatlar
yine benzer sonuçlar veriyor; hastaların görüşü ciddi bir
şekilde özellikle de uzaklık, derinlik ve şekil algılarının
bozukluğu nedeniyle engelleniyor. Bu durum çoğunu
alışageldikleri "görsellikten yoksun" süreçte bile
deneyimlemedikleri ciddi depresyonlara sürüklüyor.
Doğuştan kataraktlı
çocuklar
Son dönemlerde literatüre geçen en önemli vakalardan biriyse
1991 yılında nörolog Oliver Sacks tarafından incelenmeye alınan
"Virgil" takma adlı hasta. 50 yaşındaki Virgil'in nişanlısının
ısrarları karşısında çok uzun süreli bir körlük sonrası
gözlerindeki kalın katarakt tabakası başarılı bir operasyonla
alınıp fizyolojik kusur ortadan kaldırılıyor. Bandajların
açıldığı an Sacks'ın makalesinde şöyle aktarılıyor: "Tüm hastane
gözyaşlarına boğuldu. Kırk yılın sonunda Virgil ilk kez
görüyordu. Virgil'in ailesi çok heyecanlıydı ve ağlıyordu, buna
inanamıyorlardı." Ne yazık ki bu mutluluk uzun süreli olmuyor.
Çünkü Virgil'in deforme olmuş görüşü doktorların olması
gerektiğini düşündüklerinden çok daha farklı işliyor.
Virgil'in hikayesi "At
First Sight" isimli bir filmle beyaz perdeye de aktarılmıştı.
Virgil'in ilk günlerdeki görüş bozukluğu doktorlarca doğal
karşılanıyor. Çünkü bir takım fiziksel işleyiş aksaklıklarının
iyileşmesi zaman alabiliyor. Böyle operasyonlarda renk görüşünün
ameliyattan on beş gün, iki boyutlu form ayrımının ise yirmi beş
gün içerisinde işlerlik kazanması bekleniyor. Bunlara ek olarak,
hastalar bir ay "
nystagmus"
adı verilen istemsiz göz hareketlerinden
etkilendikleri için cisimlere odaklanmayı başaramıyorlar. Oysa
ameliyatın üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmesine rağmen
Virgil hala "garip" bir dünyaya gözlerini açıp kapıyor. Sahi,
Virgil niçin göremiyor? Ya da soruyu şöyle soralım: "Virgil ve
onun gibi hastalar ne görüyorlar?"
Üç boyutlu görsel algı üzerine çalışmalar yürüten Prof. Dr. Umur
Talaslı görsel algıda "
intermittence
" denen bir mekanizmanın varlığı sav ediyor.
Prof. Dr. Talaslı'nın görüşüne göre dış dünya uyaranlar
açısından öyle zengin ve hareket halinde ki, şekil ve hız
algısının aynı anda var olabilmesi için sistemde tıpkı
kameralarda da var olan bir "kapama" sistemi olmalı, çok kısa
zaman aralıklarında göze bilgi girişi önlenmeli. Dış dünyayı
kesik çizgileri kendimizin tamamladığı bir manzara olarak
düşünebiliriz yani; birçok film karesine beynimizde süreklilik
kazandırdığımızı. Ancak bu mekanizmanın açma kapama hızı,
aralıkları ve tamamlama işlemi tüm sağlıklı insanlarda ortaklık
gösterdiğinden algıladığımız görüntülerde de çeşitlilik olmuyor.
Kameralardaki açma-kapama / kesinti sisteminin insanda da beyin
retinadan gelen iletileri işlemlerken gerçekleştiği düşünülüyor.
Böyle bir "
kesinti
" varsayımı kimi bilim adamlarınca görme
sırasında nöron faaliyetlerinin sürekli olduğu verileriyle
eleştiriliyor. Ancak bu eleştiri yalnızca "
intermittence
" mekanizmasını organik ve somut olarak
gerçekleştiği öne sürülürse anlam kazanıyor. Oysa girdinin
sürekli olup kapama sürecinde işlemlenmediği gibi bir olasılık
da söz konusu.
Eğer böylesi kuvvetli bir olasılık göz ardı edilirse, fotoğraf
karelerine sanatsal biçimler kazandıran ve hareket halindeki
cisimlerin şekil deformasyonuna uğradığı pozlardaki görüntülerle
gerçek görme sırasında da karşı karşıya gelmemiz gerektiği
gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Oysa bizler, nesne çok hızlı
hareket ediyor olmadığı sürece- yani hızı, bizim "
intermittence
(kesinti)" hız eşiğimizi geçmediği sürece- onu
net bir şekilde görebiliyoruz. Oysa Virgil, bu yeteneği ameliyat
sonrası edinemiyor:
"Virgil, bana bir keresinde ne gördüğü hakkında hiçbir fikrinin
olmadığını söylemişti. Işık vardı, hareket vardı, renk vardı;
hepsi karışmış, anlamsız bir bulanıklıktı."
Eğer ki hareketin hızı
kameranın açma-kapama hızından fazlaysa karelerde görüntü
bulanık oluyor.
Oliver Sacks, Virgil'in ilginç bir hayvanat bahçesi deneyimini
de anlatıyor: Virgil'in hiçbir hayvanı tek bir özelliği dışında,
bir bütün olarak algılayamadığından; örneğin bir kanguruyu
zıpladığı, bir zürafayı uzun boyunlu ve bir zebrayı çizgili
olduğu için tanıyabildiğinden söz ediyor. Hayvanat bahçesi
gezisi, bir goril kafesi önünde son buluyor. Virgil, gorili
büyük bir insana benzetiyor. Hayvanat bahçesinin kapısında duran
goril heykeli, Virgil'in görsel algısını test edebilmesi için
çok güzel bir tesadüf oluyor. Doktorlar, heykeli elleriyle
kavramasına izin veriyorlar. Sonuç pek de şaşırtıcı olmuyor:
"Pek de insana benzemiyormuş" diye mırıldanıyor Virgil; gerçek
gorile dönerek heykelini elleriyle deneyimledikten sonra onu
tarif etmeye başlıyor. Virgil, dokunarak görüyor ve gözleri
açıldıktan sonra hayat onun için çok daha zor olmaya başlıyor.
Gözlerini "nystagmus"
hareketleri nedeniyle bir türlü odaklayamayan ve bulanık bir
görüşe sahip Virgil ile sürekli kayıt yapan kameraların verdiği
bulanık görüntü arasında nedensel bir ortaklık var gibi, ne
dersiniz.
Doğuştan katarakt olup "başarılı" bir ameliyatla sağlık bulan
(?!?) hastaların görsel sorunları bulanık bir görüntüyle sınırlı
kalmayıp, altında psikolojik süreçlerin yattığı daha pek çok
sapma gösteriyor. Bu sorunlar arasında, nesneler arası
uzaklıkların algılanamaması, cisimlerin büyüklük değişimlerinin
farklı uzaklıklarda şekil deformasyonları olarak algılanması
(uzaklaşan bir cismin büzülüyor gibi görülmesi) ve daha pek
çokları bulunuyor. Virgil'in hayvanat bahçesindeki deneyimi
Molyneux'nün sorusunu akıllara tekrar getiriyor. Kuşkusuz yanıt
olumsuz gibi görünüyor. Yani, gözleri açılan doğuştan kataraktlı
hasta küp ile küreyi dokunmadan, yalnızca onlara bakarak ayırt
edemiyor. Ancak bunun nedeni, John Locke'un bahsettiği gibi
hastanın görsel ve dokunsal algıları aynı anda deneyimleme
olanağından yoksun kalmış olması değil, göz hareketlerindeki ve
"intermittence
(kesinti)" sistemindeki işlev bozukluğu gibi
görünüyor.
"Bir
yönetmen için en büyük ödül, gerçekliği en mükemmel şekilde
tasvir edebilmektir. Bunu yaparken de hiç kuşkusuz iyi çalışan
kameralara ihtiyacı vardır."
Kaynaklar:
http://plato.stanford.edu/entries/molyneux-problem/
http://en.wikipedia.org/wiki/Molyneux's_Problem
http://72.14.221.104/
Prof. Dr. Umur Talaslı , "Perception" ders notları. ODTÜ 2004
İNSAN ZİHNİ VE BİLGİSAYARLAR
Tarihin Fısıldadıkları
Günümüzde Yankılanıyor
Modern psikolojinin felsefeden koparak
bir bilim olarak varlık buluşu 19.yy'a rastlıyor. İnsan zihninin
işleyişi hakkında bilgi edinebilmeye yönelik ilk sistemli adım
ise "içebakış" yöntemi. Adından da anlaşılabileceği üzere
içebakış yönteminde kişi içinden geçtiği psikolojik durumları
dillendirmeye yönelik bir eğitim alıyor ve kendi algı, duyu,
hatıra, alışkanlık, güdü, rüya, arzu, duygu ve amaçlarını
diğerleriyle paylaşarak ortak, bilimsel bir "bilinç yapısı "
tanımının yapılmasına katkıda bulunmuş oluyor.
"İçebakış" yönteminde kişi,
iç dünyası hakkında derin düşüncelere dalarak kendi his, duygu,
alışkanlık, güdü ya da arzularını dille dışa vuruyordu. Adı
özellikle de Wilhelm Wundt ile anılan bu yöntemle Wundt insan
zihninin yapısını anlamaya çalışıyordu.
Ancak tahmin edebileceğiniz üzere bu
yönteme eleştiri fazla gecikmiyor ve 20. yy'ın başlarında
Amerikalı psikolog J. B. Watson kişisel deneyimlerle bilimsel
bir temel yaratılamayacağını iddia ediyor. Watson'ın bu iddiası
psikoloji tarihindeki en önemli okullardan birinin kurulmasına
zemin hazırlıyor: "Davranışçılık". İçebakışçıların aksine
kişisel his ve düşüncelere prim vermeyen davranışçılar,
psikoloji biliminin araştırma konusunun yalnızca gözle görülüp
sınanabilen "davranış "lardan oluşması gerektiğini savunuyorlar.
Davranışçılık ekolü insan
zihnini içinde ne gibi işleyişlerin bulunduğu bilinemeyen kara
bir kutuya benzetiyordu. Davranışçılar, bu bilinemezliğin
üzerine gidilmesinin yanlış olduğunu savunarak dikkat verilmesi
gereken asıl konunun uyaran (girdi) - yanıt/ davranış (çıktı)
ilişkisi olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu yaklaşım,
gözlemlenebiliyor olması bakımından psikolojiyi pozitif
bilimlere daha da yaklaştırıyordu.
Bu ekolden yetişen ünlü psikolog
Skinner, bilinçli deneyimin var olmadığını ileri sürerek alanda
büyük yankı yaratıyor. İnsanları bir uyaran-tepki ilişkisi
içinde inceleyen bu dinamikte davranışçılar, öğrenmenin de dış
uyaranlara karşı geliştirilen bir yanıt repertuarından ibaret
olduğunu iddia ediyorlar. Nasıl mı? Örneğin, farelerin
labirentin bir ucundan diğerine yürürken attıkları her adım
labirentteki bir uyaran, belki de duvarlardaki çizik ya da leke
parçacıkları, ya da herhangi bir çukur tarafından tetikleniyor.
Organizmanın -ki bizim örneğimizde bir fare- en ufak bir
hareketine bile yön veren çevresel unsurlar oluyor. Fikirlerine
büyük bir tutkuyla bağlanan davranışçılar, davranışlarımızın
koşullanmalardan ibaret olduklarını varsayadururken 1950'lerde "
bilişsel devrim " gerçekleşiyor. Zira davranışçıların
açıklamaları pek çok konuya aydınlık getirmekte yetersiz kalmaya
başlıyor. 20. yy'ın ünlü dilbilimcilerinden Noam Chomsky, dilin
kimi ifadelerinin tamamen orijinal ve gramatik olduğundan; bir
bebeğin dili yeni öğrenirken yalnızca taklitlerle sınırlı
kalmayarak belli kurallar çerçevesinde daha önce hiç duymadığı
yepyeni cümleler de kurabildiğinden bahsediyor. Bu iddialar,
davranışçılık ekolünü kökünden sarsmaya yetiyor. Beynimizde
doğuştan gelen dilsel yapıların bulunduğu ve dile maruz
kaldığımızda bu merkezlerin tetiklendiği iddiası ortaya
atılıyor. Dil bir yana, bilişçiler farklı noktalara da parmak
basmaktan geri kalmıyorlar. Örneğin, müzisyenlerin bir müzik
aleti çalarken davranışlarının bir düzine uyaran-yanıt
eşleşiminden daha karmaşık temellere dayandığına dikkat
çekiyorlar.
Müzisyenlerin müzik aletini
çalarken davranışlarının davranışçıların önerdiği üzere
uyaran-yanıt serisinden ibaret olmadığı örneğine dikkat çeken
bilişçiler, 1950'lerde "Biliş" devrimini gerçekleştirdiler.
İşte tüm bu eleştiriler yeni bir devri
başlatıyor. Davranışçılığın parlak dönemi sona ererek " biliş "
dönemi açılıyor.
Bugün, insan zihninin özerkliği ve
bilgisayar metaforu arasındaki çatışmanın özünde işte bu temel
tarihsel süreç yatıyor. Bir yandan insan davranışlarını salt
uyaran-tepki ilişkisine dayandıran ve onları çevresel koşullara
endeksleyerek içsel ve genetik dinamikleri yok sayan
"davranışçılık" ekolü, diğer yandaysa duygu, deneyim, kişisel
algı ve daha pek çok üst düzey zihinsel öğelerin de altını
çizerek mekaniğe indirgenmiş "davranışçılık" fikrine karşı çıkan
"bilişsel" ekol.
Konumuzun özüne tekrar geri dönecek
olursak, odağımızı insan zihnini bilgisayarlarla eş tutan
mühendislik yaklaşımıyla insan zihninin biricikliğine inanan
yaklaşımın birbiriyle çelişen iddialarına çevirmemiz gerekiyor.
Öyleyse gelin, bu iki yaklaşımdan iki örnekle devam edelim.
Bilişsel Devrim ve
Bilgisayar Metaforu:
Prof. Dr. Steven Pinker
(Harvard Üniversitesi) - Zihin Nasıl Çalışır?
Davranışçılık ekolünün bilişsel bir
takım iddialarla zayıflatılmasından sonra ortaya çıkan yeni bir
başlık, psikoloji dünyasında büyük yankı uyandırıyor: " Dijital
Akıl " . Bilgisayarları girdi ve çıktılar üzerinden
tanımlayabilmemiz mümkün. Ancak yalnızca girdi ve çıktılara
odaklandığımızda asıl ilgi çekici kısmı göz ardı etmiş oluyoruz:
Bu girdi ve çıktı arasında kalan işlemleme ve bilgi depolama
süreci. Yıllarca pozitif bilim yapmaktan uzaklaşma korkusuyla
davranışçıların bulaşmaya korktukları bu gizli alan
psikologların ilgisini çekmeye başlıyor. İşte bu yeni dönemde
bilgisayarlar, bir takım psikologlara yeni bir çalışma modeli
sunuyor: Beyni bir makine (donanım), zihniyse bu makineyi
işleten program olarak ele almaya başlıyorlar.
Pinker, beyni bir makine
(donanım), zihniyse bu makineyi işleten program olarak ele
alıyor.
Bu yeni modelin en önemli
temsilcilerinden Prof. Dr. Pinker'in görüşlerini kendi ağzından
dinleyelim:
" Zihin beynin yarattığı bir olgudur;
daha açık söylememiz gerekirse beyin bilgiyi işler ve düşünme
bir çeşit hesaplamadır... Temellerini Newell, Simon ve
Minsky'nin attığı bu fikir bugün "Zihinsel Hesap Varsayımı"
olarak geçiyor. Bu varsayımda inanç ve arzular semboller halinde
varlık bulan bilgilerdir. Sembollerse tıpkı bilgisayarlardaki
çipler ya da beynimizdeki sinirler gibi maddenin fiziksel
halidir. Dünyadaki her şeyi sembolize edebilirler çünkü duyu
organlarımızla aldığımız uyaranlarla tetiklenirler. Eğer ki bir
sembolü meydana getiren madde parçacıkları başka bir sembolle
doğru bir şekilde eşleşirse, inancı meydana getiren bu semboller
mantıksal olarak birbirleriyle uyum gösteren yeni bir sembol
doğurabilirler. En sonunda ise bu sembolü meydana getiren
parçacıklar kasları meydana getiren madde parçacıklarıyla
eşleşip davranışa geçit verirler."
Anlaşılması biraz zor gibi görülse de,
Pinker'in bahsettikleri net bir paradoksa parmak basıyor: "
Duygu ya da düşünce " gibi soyut deneyimler nasıl oluyor da "
beyin " gibi somut bir maddenin ürünü olabiliyorlar. İşte tam bu
noktada da soyut (düşünce/duygu) - somut (davranış/kas gücü)'un
birbirlerine nasıl çevrildikleri hakkında yorumlarda bulunuyor.
Sinirsel ağları bilgisayar çipleriyle özdeşleştiriyor ve bu
fiziksel maddelerin her bir biçiminin, bizim arzu ve
düşüncelerimizin temsili olduğunu vurguluyor.
" Duygu ya da düşünce " gibi
soyut deneyimler nasıl oluyor da " beyin " gibi somut bir
maddenin ürünü olabiliyorlar.
Pinker, beyni bir bilgi işlemci olarak
görüyor. Nasıl ki hiçbir makine tek bir parçadan meydana
gelmediyse, beynin de tek bir parçadan oluşmadığını, farklı
amaçlara hizmet eden pek çok modül lerden meydana geldiğini
söylüyor. Varsayımında dikkat çektiği üç temel noktaysa şöyle:
1.)
Beyin, yalnızca bilgiyi duyular yoluyla alıp depolamaktan sorumlu
değil. Aynı zamanda, bilgiyi çeşitli biçimlerde işliyor da.
Örneğin retinaya ters düşen görüntü beyinde tekrar çevrilirken
bir takım işlemlerden geçiyor.
2.)
Beyin, birbirleriyle bir ağ kuran modüllerden yapılmış olup,
farklı fonksiyonlar yürütüyor. Nasıl ki bir bilgisayarın
matematiksel hesaplar için ayrı bir işlem programı varsa beyin
de örneğin yüzleri tanıma gibi pek çok farklı görev için farklı
modüller barındırıyor.
3.)
Beyindeki modüller doğal seçilim yoluyla evriliyorlar.
İnsan Zihninin Kendisine
Özgü İşleyişi:
Prof. Dr. John Searle
(California Üniversitesi) - Bilgisayarlar İnsan Zihninin
Ürünleridir
Profesör John Searle, Prof. Dr.
Pinker'ın aksine insan zihniyle bilgisayar programları
arasındaki en büyük farkın amaca yönelik davranım sırasında
belirdiğinden bahsediyor. Bilgisayarlar bilgi girdi ve
çıktılarını sorumlu sistemler üzerinden yürütürken, insan zihni
aldığı bilgiyi kendi inanç sistemlerinin süzgecinden geçirerek
işliyor. Bakmakla görmek arasındaki farkın duyu ile algı
arasındaki fark olduğuna da dikkat çeken Searle, baktıklarımızı
algılarken o anki duygusal durumumuzun, deneyimlerimizle
öğrenegeldiklerimizin ve bunun gibi daha pek çok etmenin de
işleme katıldığını vurguluyor.
Prof. Dr. Searle, insan
zihninin bilgisayar metaforuyla eş tutulmasına karşı çıkıyor.
Bilgisayarlar İnsan Zihninin Ürünleri
Bilgisayar metaforu savunucuları " Yapay
Zekâ ve Robotik " alanlarında çalışmalarına devam ederlerken,
Prof. Searle bu çalışmaların insanların anlaşmak için
kullandıkları dille aynı dili konuşan yapay varlıklar yaratma
odaklı olduğunu düşünüyor. Bu konudaki adımların, ileride insan
algısının sınırlarını genişletebileceğine de vurgu yapan Searle,
ancak bu gelişimin insan beyninde henüz aktive olmamış yetilere
işaret edeceğini öngörüyor. Daha açık bir şekilde ifade edecek
olursak, insan duyu sistemi taklit edilerek yaratılan
bilgisayarlarla algıya dair bulunan bulguların doğal hayatla pek
de örtüşmeyeceğini, ancak olası potansiyelleri ortaya
çıkarabileceğini söylüyor.
Sinir Hücrelerinin Çevresel Koşullarla
Yoğrulabilirliği (Nöroplastisite)
Bilgisayar metaforu karşıtlarının
üzerinde durduğu diğer bir kavramsa nöroplastisite , yani sinir
hücrelerinin çevresel koşullarla yoğrulabilirliği. Zihin düşünce
gibi bir somutluğun yaratılmasından sorumlu. Nöroplastisite ile
bahsedilense çevresel koşullar ve öğrenme yoluyla beynin aldığı
bilgiler çerçevesinde kendisini sinirsel olarak tekrar organize
etmesi. Beyindeki bu gelişimse kişilerin davranışlarını
etkileyip, değiştiriyor. Oysa bilgisayarlar için böyle bir
etkiden bahsedilemiyor. Programa ne yüklendiyse, bilgisayar
yalnızca o çerçevede işlem yapıyor.
Bunun yanı sıra insan aklı hayal kurma,
bilgiye merak ve gelişim arzusu gibi kendisini biricik kılan pek
çok özellik gösteriyor. Bu özelliklerin tümü de bilgisayarlarda
görülmüyor.
Yukarıda göz attığımız iki örnek,
bizlere bilgisayar metaforu savunucularıyla karşıtlarının ne
gibi fikirler öne sürdükleri konusunda özet bir bilgi veriyor.
Ancak burada dikkat çeken önemli bir nokta bulunuyor. Bilgisayar
metaforu tabanlı çalışmalar yürüten bilim insanları, " bilişsel
reform" u gerçekleştiren kuşağın devamı olduklarını savunup,
bilişsel psikolojinin bu yönde devam etmesi gerektiğini
vurguluyorlar. Ancak, sizce de insan sistemini mekanikleştirerek
duygu, deneyim ve zihnin üst düzey yorum mekanizmalarını bir
kenara koyan bu dinamik aslında bir şekilde biliş kuşağının
yıktığı " Davranışçılık" okulunu anımsatmıyor mu? İşte bu
noktada durup tekrar düşünmemiz gerekiyor galiba.
Kaynaklar:
http:// switch.sjsu.edu/switch/Articles/noeticspaces
http://www.emcp.com/intro_pc/reading11.htm
Talaslı Umur. Orta Doğu Teknik
Üniversitesi "Cognition" ders notları/ 2004.
|